ikinci el


parçalanmış beton yığınları var sokakta
aldırış etmeden üzerilerine basıyorum
ayaklarımın altında huzur bozan çıtırtılar
ben buradan gitmek istiyorum.
nereden baksan, gözlerimi açtığım günden beri
gidemiyorum ben.
bıraksana beni.
ne olur bıraksana.
ağlaya zırlaya gitmek istiyorum.
dur!
yeni bir kimliğe ihtiyacım var.
hatta adını da bıraksana giderken.
yeni bir ad istemiyorum,
ikinci el alabilirim ancak.
ikinci el bi' parmak izi bir de,
bir de yara izi.
sahibinden çok acıtan yaralarım var benim.
örtülerin, gölgelerin, kumaşların içinde saklıyorum.
bir yol yok işte, yok!
gidemiyorum..

düğme


Çaydanlık taşıyor, altını kısmalıyım
bir aralık da balkona çıkayım,
sigaranın dumanı perdeleri sarartıyor.
ömrüm de sararıyordu aslında benim,
perdeler kadar umursamadım..

kahkahalar geliyor sokaktan
alelacele bir koşuşturma,
nefes nefese adım sesleri
kısık sesli ağlamaklılıklar.
ben de, kapalı tutardım gömleğimin düğmelerini mesela,
içim ağlarken görünmesin diye kimselere.

Balkonda saksılarım boy boy süs biberleri.
Kopartmıyorum,
Tohum olsunlar istiyorum,
Bir hayat şansı daha veriyorum her birine.
Beni bu balkonda kimse görmesin istiyorum.
Hatta lütfen özlemesinler bile..

Sırtımı kamburlaştıran yükler var,
Eğri büğrü çizgili gömleğim,
Üst düğmesi ilikli.
Boğazımda düğümlenenleri kimse görmesin istiyorum.
Beni görmeyin istiyorum.

Bak çok güzel bir karanlık var burada,
Bu köşebaşı, bu saksıların yanı çok güzel. Biliyorum.
Sallanan çantaları görüyorum aşağıda,
Merdiven boşluğunda sekiz yavrulu bir kedi.
Bir tas süt iliştiriyorum yanlarına,
Güvenmiyorlar bana.
Ellerime, gözlerime güvenmiyorlar.
Görünmek istemiyorlar
benim gibi
ilikleyecek düğmeleri yok.
Anlatamıyorlar.

Örgülü dağınık saçlar,
Rengârenk reklam afişleri,
İnce topuklular,
Kalın enseliler,
Buruk yürekliler...
Ta doğduğu gün bir hüzne seslenenler de var sonra burada. Biliyorum.
İliklesene anne gömleğimi,
Üşümek istemiyorum.
Görünmek...

kağıt


incecik, kağıttan bir hayat
bak orada,
yatağının ayak ucunda.
buruşturulup atılmaya hazırlanan yüzlerce kağıdın arasında.
Fark edilmeyecek kadar küçük harflerle yazılmış üzerine adım.
Anlayamadığın bir dilde.

Hiç olmazsa bi' gemi yapsaydın.
Hiçbir dalgaya dayanamayacak,
ve hiçbir rüzgâra karşı koyamayacak...
İlk suya değdiği yerde batacak belki,
belki hiç gitmeyecek,
belki "hiç gelmeyecek"...

orada, yatağının kenarında bir gemi.
yosunlardan korkuyor,
tuzdan, lodostan korkuyor.
kaybetmiş belki rengini,
"ismail abi'yi" arıyor.

içimden vapurlar kalkıyor iskelelerine..

Dizlerime saçların düşecek sanıyordum.
Veda gibi bir şey bıraktın ellerime.
Kelimelerini aldım sonra, koynumda binlerce kelime.
Boşluğa bakıp durdum geceleri, üşüdüğünü hayal ettim.
Üşüyüp sokulduğunu, burnunun ucu buz gibi değip inceltirdi belki boynumu.
Sesten uzak kaldım, nefesten...


Yaşanmamış yıllar var ellerimde.
Takvim yaprakları kendiliğinden düştü inan! Ben değmedim hiçbir gününe.

Yansımayı unutmuş aynalar.
Sır gibi kapanmış perdeler.
Kır saçlar, çizgili eller..

Sitem edeyim diyorum.
Bir ah! çekeyim.
Şöyle derin, yürekten.
ah edemiyorum ben sana
kızgınlığım hep kendime.
Zaten boşver, hiç efkâr biter mi bende!


Bir şehri arıyor gözlerim, uzak..
Koca bi'kalabalık... deniz var hani göğsünde,
İçimden vapurlar kalkıyor iskelelerine..

Yahu.
Yahu..
Yahu...

Yalnız kalmak için doğar mı insan?

gece bitti


gölgelerin arasındaydın,
şuracıkta.
bazı kederler kaplamıştı yüreğini,
gömleğini çıkarttın,
hafiflemekti niyetin belki.

pencereyi açtın,
rüzgâr, alelacele göğsünden içeri girip parmak uçlarına kadar uzandı.
bir ses duydun rüzgârın içinde,
incecik bir ses.
gözlerin yaşardı.

yanıp sönen ışıklar gördün uzaklarda,
kim bilir kimler sevişiyor bu evlerin odalarında diye düşündün.

rüzgârla birbirine karışıyordu tüm organların.
uçmak istiyordun, düpedüz uçmak...
hiçbir yola çıkmadan,
ve çıkmadan ışığa,
methiyelerle okşamak karanlığı,
yükseklerden göz ucuyla yer(yüzünün) cümle piçliklerine bakmak.

alâkasız gülmek. dalga geçmek hatta.

dokunmasın kimse sana istiyordun.
kendi elin omzunda.
gölgeler düşüverdi sonra birden pencereden,
saçma bir aydınlıkla irkildin.
rüzgâr gitti, sesler azaldı,
gece bitti.

Üç beş sarı ışık


Biraz kağıttın belki sen,
Öyle sanıyorum ki kalem.
Rüzgârlı bir günde çıkardım mavi çantamdan
ne yazacağımı hiç bilmeden.
Üşüyen çocuklar geçiyordu arkamdan
ceketinin yakasını kaldıran iş çıkışı adamları, kadınları.
Köşebaşında dolanıp duran genç irisi bir çocuk var şu an mesela.
Bir kızı bekliyor, anlıyorum.
Sadece pencereye çıkmasını. Yarı ışık lambada yüzünü görmek, Bir dalın arkasına saklanıp bakmak için.
Utangaç gözleri var.
Ki bu yüzden, mahallenin en piç oğlanı öpecek beklediği kızı.

Top oynamaya çıktı sokağın çocukları.
Adım sıralıyorlar takımlarına adam almak için.
Top kiminse, horozlanan da o.
Derken çığırtkan bir ses:
- "Kemal içeri gel yemek hazır!!!"
- "Anne taam yaa.."
- "Gel çabuk beni bağırtma..!"
Sonra çoğalır benzer sesler balkonlarda.
Yankılı kalır sokak.
Üç beş sarı ışık kalır.
İki saat geçer, geçmez belki
Mahallenin en işsiz delikanlısı toplar çocukları.
Abuk sabuk bir avluya gece hikâyeleri dolar.
Ki bu hikâyelerdir, geceleri uyutmaz o çocukları.
Mahalle uyur,
Mahalle uyanır.

Yeşil-Sarı Sorular / Rüzgâr

Üşüdüm. Zar zor açıyorum gözlerimi. Bulanık bir manzara var karşımda. Bir kaç yüksek tepe, alabildiğine bozkır önünde. Yeşil, sarı, rüzgâr... İnce ve bakımsız, çift şerit eski bir yol geçiyor önümden. Etrafta ne bir tabela, ne de bir işaret. Tepelerle çevrili yeşil-sarı bir bozkırı bölen bir yol. Orta yerinde ise şu gözlerimi açtığım otobüs durağı. Üzerinde, Dört ince paslı demirin tuttuğu sac bir dam, arkasında yarısı kırık, uzun zaman önce asılmış ve artık okunamayacak kadar aşınmış afişler olan sunta gölgelik. Üstünde uyandığım, içindeki kırık bank kadar, durak kadar eskimişim sanki burada.
Peki nasıl geldim buraya?
Ne zamandır buradayım?
Hangi sabaha karşıdır bu gözlerimi açtığım? Tek hatıram yok mu hatırlayabildiğim? Asırlardır buradayım sanki. Şu afişler gibi, kırık bank gibi, yeşil-sarı bozkır gibi...
Nereye gidiyor bu yol?
Niye kimse geçmiyor?
Birisi getirmiş olmalı buraya beni. "Bekle beni" demiş olmalı. Ama ne zaman? Ne zaman? Hiçbir şey hatırlamıyorum.
Dudaklarım çatlamış. Toprağa dönmüş yüzüm. Şu yol kadar uzamış ellerimdeki çizgiler.
Peki niye kimse gelmiyor? Niye kimse geçmiyor? Neresindeyim dünyanın?
Dünya? Rüzgâr? Yol?
Bi kimlik, bi kitap, bir bişey de mi yok yanımda? Hangi yöne koşmalıyım? Bir sonu var mı şu sonsuz yolun?!
İçimde durmadan sorular soruyor birisi, allak bullak ediyor zaten karmakarışık olan aklımı. Kimin sesi bu? Kim bıraktı beni burada? "Bekle" diyen, gelmeyen, geçmeyen, giden kimdi? Hangi yıldı bıraktığı, ya da hangi yıl uyandırdığı?

Zaman, kendi önemini yitirmiş burada. Terk edilmiş her şey gibi. Karışmış renkler birbirine. Bir rüzgârdır boyun eğmişler. Aşınmış, eskimiş, beklemiş... Yüzyıldır beklemiş bu durak, belli. Ben de durağı beklemiş olmalıyım. Bu kayıp zaman için bu aslında tek tahminim.
Peki durağı buraya getiren kimdi? Kim bir durak diker ki önünden kimsenin geçmeyeceği bir yol üzerine? Hatta yolu niye yapar? Beni getirip bırakmak, "burada bekle beni" demek için mi?
           Peki ya sarı?
                               Ya yeşil?
                                              Ya rüzgâr?
                                                              Afişler kimin?
    Ben kim..?

ses


Bazı adamlar, bazı kadınlar...
Bir başka boyuttan, bambaşka yüzyıllardan sesleniyorsunuz balkonumun önünde.
Çağırmayın beni, çağırmayın beni!

Alelacele!


Enikonu bir telaşa sahipti.
Kombiyi hep açık bıraktığını, sobayı söndürmediğini,
ocakta yemeği unuttuğunu ve inatla dış kapıyı kilitlemediğini düşünürdü. 
Elinde bir pazar çantası, 
her saat başı ayrı bir sokak başında nefes nefese görürdük O’nu. 
O poşet her gün nelerle dolardı, 
bu hızlı ayaklar kaç pabuç eskitti diye düşünürdüm. 
Etekleri salınırdı, yetişmeye çalışırdı ardından gölgesi. 
Dudaklarının kenarları ve tırnak uçları yampiriydi; diş izleriydi, aşikâr. 
Kalp çarpıntısı denince akla gelen ilk insan O’ydu. 
Etekleri zil çalıyor lafını sadece O’na yakıştırırdım. 
Bir koşuşturmaca üstâdı, bir oldubittiaah ah! cambazıydı.

Cenazesi bu kadar yavaş ilerlememeli diye düşündüm sonra, omuzlarda.

                                                                          Şimdi kim bilir ne kızardı!