toka


kaset sarmak için kullandığım tel tokayı kaybettim.
tokayı "senden" aldığım için mi üzülsem, artık kaset dinlemediğim için mi bilemedim..?

si bemol


bu yazının hiçbir amacı yoktur,
masamın üzerinde ve çok yakınımda duran bir kalemin,
bu kağıt parçasına dokunma çabası dışında

günlerden rüzgar ya da bulut olmalı bugün,
aylardan si bemol.

Üst üste duran kitap yığınından aklımda kalan tek kelime "ses".
bir sokak ismi olmalı bu.
bulvara çıkan bir cadde;
evlerinin arasındaki asılı ipte çamaşırları olan,
sütyen çoğunlukla, biraz da yoksulluk.
ucuz edebiyat olsa gerek bu,
beyaz çarşaf kıvamındaki...
ki kıvam kelimesi burada,
tamamen ahenk kaygısından.

takılıp kaldım yine kelimelere, belirteçlere
yok mu şöyle, tüm sayfaları içeren tek bir kelime?
uzun diyaloglardan bizi kurtaracak bir "durum zarfı, sıfatı, ilgeç'i, bağlaç'ı, çözgeç'i.." yok mu ?
"selam" gibi bir söz olsa misal,
iki kişi olmadık bir yerde karşılaştığında, başlarını eğerek bu kelimeyi söylese,
öyle bir aydınlanma gerçekleşse ki;
tüm diyalogların üzerinde bir anlaşmaya varılsa.
bir nevi huzur bulma,
ruhun alkışı,
imge zenginliği vuku bulsa.
çözülmese de olur, sıkıntı değil;
Birileri Huzur Bulsa..!

düğüm ve veda


mavi perdelerin ardında gör(düğüm) düş,
ufak tefek tutunma çabaları,
ve yorgun gülümsemelerin gölgesinde gözlerime düşmeyen gözlerin.

"İstanbul için veda vakti..."

kafiye olsun diye...

çok ıslak bir tenin kadife kafiye ellerimin altından kayıp gitmesi gibi zaman.
yalan bi' mutluluk veriyor bir an.
mutsuzluk orgazmı öncesi
sevinç mastürbasyonu.

bir yanlışın bir doğruyu sildiği

saman kağıtlar üzerine mürekkep,
adının üzerine yemin olsun ki söyledim o şarkıyı!
en engin tepelerden gök(yüzüne) bakarak
ve kısarak sesimi kuşlara karşı,
betonarme blokların altında ezilerek seslendim (yüzüne).

arada kalanlar ve arkada kalanlar için,
elinde kalem, bekleyip bulamayanlar,
küfredenler (dün)yaya,
saklananlar, saklanamayanlar,
sağır dinleyiciler ve kör seyirciler için,
aranıp duran huzur için,
tanınmayan mutluluk ve tadılamayan özgürlük için,
senin için,
benim için...

dinledim o şarkıyı,

bil;
söyledim...

nihavend

o son yudum şarabı içsem kızıl dudaklarından,
gözlerin nihavend söyler,
saçların hüzzam...

tekrar - öyle ya!

karşı tepede,
boş elleriyle, olmayan ağını çeken yalnız balıkçı benim!
bir çuval misinaya bağlı gövdem.
Yosunlarla, Balıklarla değil;
hayallerimle oynuyorum gizli saklambaçlarımı.

bir çift söze takılır tüm oltalarım.
Çok Yalnızım demek ne kadar "ergen" kalsa da rüzgarımın ayaklarının altında;
"Çok Yalnızım..."

hani bir defasında "aslolan niyetir!" demiştin ya 'sen';
ben en çok orada takılı kaldım.
karanlık niyetlerin sahiplerine savurdum, sahip olduğum bütün ışıkları.

kör ışığına çarpıldım tüm mumların,
her ışık vurduğunda yüzüme, niyetine âşık oldum, "Aydınlıktı..!"

yanıbaşımda duran tepelerin arasından akşam güneşinin pamuk helvası şefkati düşüyor dingin sulara,
atıyorum olmayan oltalarımı,
ışığı yakalamaya...

sonra;
tam gül-mek isterken işte,
ben seni diyorum, öyle ya!
seni..!
en yalnız cümlemi hediye etmişken eteklerine
bir kaç tepe uzağıma bakındığını görmedim hiç, (gözüme kaçan ışıktan...)
yüzün bana dönüktü hep, niyetini sevdim!
üzerimde bildiğim gözlerinin, arkamda gül-üşen kalabalığa değdiğini hiç görmedim...
ışığa niyet ettim, (yansımanı sevdim!)
gölgende yıkandığımı fark edemedim...

şimdi;
üstünkörü bir yanılsama yaratsın, "acıyın lan bana", sevin beni derdinde değilim!
cümlemin, hatta (cümle)nin anlamını yeni anladığım için söylüyorum sessiz çığlıklarla.
ışıkla doldurduğum ağımı,
bomboş durup baktığım tepenin üzerinden armağan ederken geri,
akıp duran köpüklü rüzgara ve sarhoş denize...
hatırlıyorum ilk kez kelimelerimi;

"Çok Yalnızım..."

vesaire

iki cümlelik param var cebimde,
ne uçurtma yapmaya yetiyor,
ne de bir çift göz.
sessiz dertler biriktiriyorum ellerimde,
saman kağıtlara yazılı hikayeler..
sonra az kalsın unutuyorum seni,
mavi barakaların eksik ayağının altında.
ayak bileklerini okşuyorum,
saçlarını tarıyorum gizlice.
bir şekilde çok özlüyorum gitmeni.
nefesinin kulağıma sokulduğu
ıslak gecelerden düşüyorum.
üşüyorum aslında biraz,
evet üşüyorum!
kırmızıya çok yakın bir pembelikte
öpüyorum elmacık kemiklerini son kez.
son kez iki şarkıyı birleştirip,
gölgene söylüyorum...
kendim bile duymuyorum uydurma harflerimi,
başımın etini yiyorum.
martılar kaçışıyor gövdemden,
"bir ben daha çıkmıyor benden içerde"
kuşlar... şarkılar...
vesaire..

ikinci el bir renk

bir hayat var ulu orta bir yerde,
şöyle sessiz,
şöyle yeşil,
şöyle mavi,
eflatun bir hayat.
o kadar yakın ki,
uzanmakla bitmiyor parmaklarım.

köşede bir divan,
ağacı da ağaç hani,
öyle reçine, öyle çam.
ezberlesek kokusunu,
ki ezberler kolay bozulmaz bu şehirlerde.

yutkunsak bir güzel.
sinse içimize.

doğduğuna pişman eder insanı bazı akşamlar bu öğrenilmeyen yaşamlar.
her gün söyledik aslında böyle olmayacağını yıldız'a-ay'a.
çöker de çöker efkârı içimize boşlukların.
saat saat kavurur bu uzun yollar, yeni- eski yılları.

halbuki bir hayat vardı ulu orta bir yerde,
şöyle yeşil,
şöyle mavi,
eflatun bir hayat...
şimdi nerede, ne oldu o'na?

hiç olmazsa bugün...

küçük ahşap pencereli bir odaya dışarıdan kilitlensek..
durmadan,
yazsak çizsek, yazsak çizsek...
siyah beyaz fotoğraflara sarılıp uyusak,
renkli rüyalar görsek..
hiç ölmesek,
hiç olmasak..
çok yaşlansak,
hep gençleşsek,
bugün ölmesek...

Solfej

kalbindeki
"o"
son nota düşer de
gözlerindeki
sol anahtarına çarparsa
bu
şarkı
neresinden
incinir?

mühim değil

korktuğum bir bulut var gözlerinin üstünde,
dermanım yok artık sevdanın en üst katından toprağa düşmeye
yerler soğuk,
mühim değil artık sokak çocukları,
martılar mühim değil,
(biliyorsun sokak çocuklarıdır ki.. denizler bitti...)
nedir bu karanlığın sebebi?
bu telaş,
bu mahkumiyet neden..?
susuş olmasın artık gözlerin...

gözlerin, neden...?!?

biraz yağmur yağsın sıkıldım güneşten!

biraz yağmur yağsın, sıkıldım güneşten
gül desenli dikiş kutuları açılsın,
açılsın müzik kutuları, anlamını yitirsin anılar.
sesler acayip bir gürültü olana kadar sürsün sessizlik.
cümleler kaybolsun,
kapanmasın yaralar,
azalsın kadınım olduğun geceler,
saniyeler eteklerimden dökülsün mazgallara.
umut sözlüklere gömülsün,
amacından sapsın gölgeler.

teselli dediğiniz pembe bir kuş tüyü
hiç değmedi benim yüreğime...!

biraz yağmur yağsın sıkıldım güneşten!

köşebaşı


köşebaşında bir büfe,
2 bira, 1 koku giderici naneli sakız alıyorum.
Aslında herkes bilir naneden nefret ediyorum.
Ne zaman sakız olsa ceplerimde, bilen bilmeyen bilirv Kaç promil kan verdiğimi şişelere...

Köşebaşında bir park,
Her gece aynı sarhoşluğa ev sahipliğinden olsa gerek;
durdukları yerde sallanıyor salıncaklar.
Hafif ışıkla aydınlanan kayacağın iki yanında toz,
Orta şerit temiz kalıyor (sağ ve sol şeridin ayırıcısı olarak),
Gündüzün mirası olsa gerek bu ayrıcalık...

Köşebaşında bir kasap,
Kapıya nazır kediler ve kasabın elinde satır.
Yani pek manzum bir satır olmasa da,
ahşap sapında baba yadigârı işlemeler saklı.
Kediler, kasap ve satır,
Hepsi bir karede, aynı sahnenin önünde...

Köşebaşında bir taksi,
Arka camlarındaki filmden mi, asfalta uzanan çamurluklarından mı bilinmez,
olur olmadık bir tesbihi getiriyor akla.
Plastik, vites kolu tutucusu ya da ayna şıkırdatıcısı olarak belki...

Köşebaşında bir dönerci,
Tüm müşterileri yüksek sesle konuşan,
En büyük meseleninse döner yanında bedava gelen iki içecekten hangisi içilmeli şeklinde bir içses trafiğine sahip olan. (ayran mı, şalgam mı?)
Ezan okunurken müziğin sesinin kapatıldığı hani,
Dönerci...

Köşebaşında bir kasetçi,
Tezgahın olmadık yerlerinde asılı
bilinmedik şarkıcıların,
o tezgah gezinmedikçe bilinmeyen afişleri.
Fonda mutlak bir Ferdi Tayfur,
İbrahim Tatlıses ya da Müslüm Gürses
serzenişi...

Köşebaşında bir durak,
Gelen-Geçen otobüslerden savrulan bakışlar kör etmekte bekleyicileri,
Bir an gelir aşık olunur, Sonra derken sarhoş olunur,
Kızılır, küfredilir çoğunlukla,
Susulur, Konuşulur...
Herşeye müsait, reklamsız ve bol el ilanı sahibesi bir camekan olsa gerek...

köşebaşında bir çocuk,
Yalandan, Yok haşa..!
Yalan sayılmaz,dümenden ders çalışıyor, oturmuş yere.
Yazıyor, çiziyor...
Defterin önünde bir mendil,
üzerinde irili ufaklı bozukluklar.
Fazla mesaiye kalmış olmalı ki;
İşe ev getiriyor...

Köşebaşında bir şemsiyeci,
Kaldırımın en güzel raflarına yerleştirdiği kırmızılı beyazlı şemsiyelerinin hiçbirini açmıyor hiçbiryağmurda.
Sermayeyi rahmete yüklemek
ya da
Damlalarla kaldırıma yüklenmek istemediğinden,
muhtemelen...

Köşebaşında bir Müzeyyen,
İri bukleler yaldızlı saçlarında,
Eflatuna çalar gözleri,
Eteklerinde yavru bir ceylan...
Hiç kol saati taşımadığından belki
zamanlı zamansız çıkar karşımıza.
Renklenir o anda renkleri hep merak edilen siyah-beyaz bir fotoğraf.
Bakışlarına hayran olan basmadan güller canlanır.
Öyle bir an gelir ki,
Köşebaşının baş köşesine kurulur saltanatı,
Gönüllerimizden kopardığı papatyalardan da bir taç yaparak kendine,
Tahtından gözlerimize bakar,
Aralık bırakır efkârın kapısını
Anlam kazandırır her nefesinde isimlerimize,
Müzeyyen.

violett

19 ocak'ta ne olmuştu? ne olmuştu 19 ocak'ta?
hatırlaması güç olmalı, yok mu bir hatırlatan?
yoksa unuttunuz mu ayakkabıların sahibini?
unuttunuz mu gazete kağıtlarını?
19 ocak'ta ne olmuştu?
ne olmuştu 19 ocak'ta?

Ani

bir bahçesi olmalı insanın
koyverip gidebileceği çimenlikler
her mateminin üzerine gri-yeşil bir örtüsü.
dert etmemek öyle eksik baharatları
gittiği yer baharattan da kaçmak olmalı biraz,
Gri-Yeşil

hazır-küçük çantalar bulundurmalı koridorda.
birinde 2 pantol bir ceket,
diğerinde şarkılar hazır bulunmalı,


Sen, Ey Ulu Düzen!
kahredersin sevdiğim yanlarımı..!

öyle değil


kullanmak eşref-i mahlukat'ı;
derby marka kullan-at traş bıçağı tadında mı olmalı,
yoksa benzemeli mi tek kullanımlık fotoğraf makinelerine?
-olmalı mı diye sormuş muydum?
-yok!
-e sorayım o zaman;
olmalı ?

ahlâk-siz

belki de ahlâkınızdan bana miras kalan dokunulmadık yanı kalmamış bakire
vücutlardır...

sakal

bi sakal at be muhterem,
ölmüşlerinin canına değsin.
bak dirilerden ne fayda gördün zaten.
"onlar için sen, kime nesin"

nesin dedim de; bak şimdi
aziz nesin bu millet hakkında yüzdeler vermiş.
ilk duyduğunda küfrettiren sözler vardır.
zamanla zoruna gide gide kabullenirsin,
gık etmezsin hani...

nesin dedim de bak şimdi aziz'im;
sen bu topraklarda kim ne derse desin,
kime ne sin?

I wanna be a great, big, huge elephant...